Sene 2005… Bir sigorta şirketinin acenteler ve pazarlamasından sorumlu grup müdürü olarak çalışıyor, her ay Türkiye’nin farklı şehirlerine iş gezileri organize ederek acenteleri ziyaret ediyordum. Bu şekilde neredeyse tüm Türkiye’yi görme imkanım oldu diyebilirim. Bazı seyahatler beni diğerlerinden daha fazla heyecanlandırıyordu, çünkü işin içine turistik gezi kısmını da sıkıştırabiliyordum. İşte böyle seyahatlerden birini de Adana Bölge ve civarına yapma durumu oluştu. Planımızı şöyle yaptık; İstanbul’dan Adana’ya uçacağız, oradan araç ile Osmaniye, Gaziantep, Nizip, Birecik, Şanlıurfa, Harran, Mardin, Midyat, Hasankeyf ve Diyarbakır’a kadar acentelerle toplantılar yapıp, Diyarbakır’dan İstanbul’a yine uçak ile döneceğiz, ve bütün bu programı üç güne sığdıracağız. Daha önce hiç gitmediğim bir coğrafya Güneydoğu, o nedenle daha bir heyecanlıyım.
Urfa’da sıra gecesi
Seyahatin ilk günü Osmaniye’den sonra Gaziantep’e geçtik, öğlen yemeğinde acentelerimizi İmam Çağdaş’ta ağırlayacağız. Ama benim için yemek kısmı çok keyifli geçmiyor seyahatlerde, kişisel aldığım bir karar ile 01.01.2005 tarihinden itibaren pesketaryen beslenmeye başlamıştım, yani deniz mahsulü hariç kırmızı-beyaz et asla tüketmiyorum, bu nedenle de İmam Çağdaş değil neresi olursa olsun beni çok fazla etkilemiyor:) Garsonlar sipariş topluyorlardı bana da sordular, ben de gayet sakin ve normal bir ruh hali ile ” zeytinyağlı ne var” diye sorunca masada bir kahkaha koptu, garsonlar şaşırdı ” bacım burası İmam Çağdaş, burada kebap olur, zeytinyağlı ne arar” ve sonrasında közlenmiş sebzelerden bir tabak yapıp getiriverdiler bana. Bu arada, İmam Çağdaş’a bir kaç ay sonra yeniden gittiğimde garsonlar beni tanıyordu artık ” İmam Çağdaş’ta zeytinyağlı soran biri” olarak tarihe geçmiştim:)
Gaziantep’in çarşısını pazarı hızla gezip, Nizip’ten Birecik’e geçtik. Nesli tükenmeye yüztutan meşhur kelaynaklar Nil vadisinde ve Birecik’te yaşıyorlar, ben de ilk defa bu seyahat sırasında görmüştüm kelaynakları. Hem yol boyunca hem de mola verdiğimiz yerlerde 2,5 mp digital fotoğraf makinamla da fotoğraflar çekmeyi ihmal etmiyordum. Akşama Şanlıurfa’dayız. Buraya gelen her misafir sıra gecesinde ağırlanır. Bizi de Gülizar Konukevi’ne götürdüler, akşamın karanlığında görmüş olsam da olsa daracık Urfa sokaklarına bayılmıştım. Sıra gecesinde özel bir locada yer sofrasındayız, şarkılar türküler ile koca konukevi inanılmaz eğleniyor, gecenin sonuna gelmiştik ki garsonlardan biri elinde bir mırra cezvesi ile locamıza girdi. Oturuş düzenine göre soldan başladı mırra servisine, en sondaki konuk benim bu arada… Sıra bana geldiğinde şöyle bir baktım garsona, koca konuk evine ve sonrasında bizim masaya tekbir fincan ile mırra dağıtmış… Bana uzattığı fincanı almayıp yeni bir fincana mırra dökmesini rica ettim:) Mırra fincanı geri çevrilmezmiş geleneklere göre, ısrarım üzerine yeni bir fincana dökülen mırrayı afiyetle içtim, ceza olarak da cebimdeki tüm bozuk paraları garsona verdim. Hijyene bu kadar özen gösteren ben, iki gün sonra Dİyarbakır’da tüm günü hastanede serum alarak geçirecekmişim meğer:)
Mardin sen ne özelsin!!!
Seyahatin ikinci günündeyiz, Kızıltepe ve Mardin acentelerini ziyaret ettikten sonra Mardin’e yarım saat mesafedeki Deyrülzafaran Süryani Manastırı’na gidiyoruz. Bizleri gezdiren kişiler, yörenin tanınmış kişileri olduğundan ayrıcalıklarla dolu anlara da şahit oluyoruz, manastırın din adamları ile tanışıp sohbet ediyoruz, dualarını alıyoruz. 2005 yılında turizm bu bölgeye henüz dokunmamıştı, yeni yeni bir kaç tur geliyordu, o nedenle gezdiğimiz yerler çok sakin ve doğaldı. Deyrülzafaran Manastırı’ndan sonra sıradaki durağımız Midyat oldu.Midyat’a adım attığım andan itibaren içimdeki heyecan ve sevincin bir başka olduğunu hissetmiştim. Midyat Konuk Evi, henüz Sıla dizisine set olmamıştı, avluda ve içeride dolaşan tek ziyaretçileri o an için biz idik:) Sanırım ziyaretimden beş-altı ay sonra Cansu Dere ve Mehmet Akif Alakurt’un başrollerini oynadıkları Sıla dizisinin çekimleri başlamış ve sonrasında bu dizi hem konağın hem de Midyat için dönüm noktası olmuştu. O gün bugün Midyat Konuk Evi hiç boş kalmaz.Midyat o zamanlar henüz kalabalıklaşmamış, şehir havasına bürünmemişti. Çarşısı pazarı vardı ama henüz doğal, el değmemiş bir Anadolu kasabası havasında idi.
Konuk Evi çıkışında yaşları 4-5 civarında üç kız çocuğu etrafımı sarmış, bana rehberlik yapmak istiyorlardı. Rehbere elbette ihtiyacım yoktu ama o kadar neşeli, o kadar cıvıl cıvıllardı ki “hayır” diyemedim, sohbetledik, yürüdük, fotoğraflarını çektim, sonra da kızların isteklerini sordum, ayakkabı dediler… İstanbul’a döner dönmez ilk işim isteklerini yerine getirmek olmuştu.
Dicle’nin kıyısında balık tutan çocuklar vardı…
Midyat’tan Hasankeyf’e doğru devam etti yolumuz. Arada bir koyun keçi sürüsü görüyoruz, duruyoruz fotoğraf çekiyorum… Arada bir çeşme görüyoruz, duruyoruz fotoğraf çekiyorum, böyle güzel bir yolculukla vardık Hasankeyf’e. Yolculuk keyifliydi ama burada bizi hazin bir öykü bekliyordu. Dicle nehri üzerinde kurulacak Ilısu Barajı nedeni ile tüm Hasankeyf’in baraj suyunun altında kalacak olması gerçekten çok üzücü, çünkü burada inanılmaz bir tarih yatıyor. Önce Dicle kenarındaki ahşap köşklerde oturup soluklanıyoruz, sonra tadı pek de özel olmayan nehir balığı yiyoruz… Balıkları tutan çocuklar ise hemen yanıbaşımızda, 8-10 yaşlarında erkek çocukları.
Yemek sonrası Dicle’yi tepeden görecek kaleye tırmanıyoruz, çocuk rehberler yine peşimizde, motor gibi hızlıca bölgenin tarihçesini ezbere anlatıyorlar. Fotoğraflarımı çekip yeniden aşağıya iniyorum. Yol Geçen Han’da soğuk bir şey içip akşam çok geç olmadan Diyarbakır’a doğru yol alıyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi gezinin üçüncü gününü tamamen Diyarbakır’da bir hastanede serum takılı bir şekilde geçirdim, yediğim çiğ sebzelerden kaynaklı bir gıda zehirlemesi vakası yaşamıştım.
Güncelleme; yukarıdaki fotoğrafta yer alan Veysel ( kırmızı tişörtlü ), bana Hasankeyf’de rehberlik yapmıştı ve ” abla benim kalbim delik” demişti. 2020 yılında sosyal medyadan bana ulaşan biri Veysel’in kuzeni olduğunu, blog yazımı tesadüfen okuduğunu, Veysel’in tedavi için Ankara’ya gittiğini ama minik kalbinin ameliyatı kaldıramadığını söyledi. Üzüntümü anlatamam… Ruhu şad olsun…
Sene 2018 ve yine yeniden Midyat
Aradan geçen 13 yılda, çok şey değişmişti Midyat’ta ve Türkiye’de… Ama benim fotoğraf çekme sevdam hiç eksilmemişti, aksine eğitim alarak profesyonel makine kullanımına geçmiş, sadece fotoğrafla da yetinmeyip bir de yazmaya başlamıştım. Yollar beni bu yıl nisan sonunda yeniden Midyat’a götürdü. Gitmeden önce bilgisayarımda sakladığım üç beş Mardin fotoğraflarıma yeniden baktım, Midyat’taki üç cimcimenin gülüşüne ne zaman baksam tebessüm oluşur yüzümde ve yüreğimde… Fotoğrafçıya mail gönderip baskı yaptırdım fotoğraflarını, Mardin seyahatime çıkarken de çantama koyuverdim bir zarfın arasında. Beş gün güren seyahatin neredeyse her günü sağanak yağış oldu, zamanı planladığım gibi yönetemedim. Midyat’a gittiğim ilk gün yağmurdan burnumu çıkartamadım, geç vakitte Mardin’e geri döndüm. Çantamda ıslanan zarf ve fotoğrafı otele dönünce kurutup yeniden çantama koydum… İstanbul’a dönmeden Midyat’a ikinci kez gitmeliyim diye aklımdan kendime komut geçiyordum.
Sabah erken saatlerde yeniden Mardin otogarına gidip ikinci Midyat çıkartmasını başlattım:) Keyifli bir yolculukla ve de minibüsün en önünde oturarak işte yeniden Midyat’tayım. Aman tanrım, adımımı daha minibüsten atmamla yağmur yeniden başladı. Koşarcasına ilk kafeye girdim, Midyat Mağaraları imiş meğer. Yine bir kız çocuğu rehberlik yapıyor, yağmurdan sonra beraber gezmeye karar veriyoruz. Ben bir kahve içiyorum, derken yağmur duruyor o arada, rehberim A. ile sokaklara dalıyoruz.
Rehberim A. ile biraz ondan ve ailesinden, biraz Midyat’tan sohbetleyerek geziyoruz ama yağmur peşimizi hiç bırakmıyor. Yedek aldığım montu ona veriyorum giysin ki ıslanmasın, öyle güzel anlatıyor ki Midyat’ı , bazen bir saçağın altında bekliyoruz yağmurun dinmesini, bazen bir dükkanın içinde… Çantamda yine ıslandı zarf ve fotoğraf, çıkartıp gösteriyorum rehberime ” bu kızları tanıyor musun”, ortadakini sanki görmüşlüğüm var ama ismini bilmiyorum diyor, nerde olduğunu da bilmiyor bu arada… Midyat Konuk Evi’ne gidiyoruz yeniden, önceki gün çok kalabalık olduğundan fotoğraf çekememiştim, biraz fotoğraf çektikten sonra hediyelik eşya satılan tezgahtaki kadınlara fotoğrafı gösteriyorum ” bu kızları tanıyor musunuz”, içlerinden biri diyor ki bizler 7-8 yıldır buradayız, tanımıyoruz ama aşağıdaki bakkala gidip sorarsanız onlar bilebilirler.
Yağmur yine hızlanıyor, yine bekliyoruz bir köşede, derken azalır azalmaz bakkala koşuyoruz yeniden…. Tezgahtaki kız sanki bizim kızlardan birine benziyor, bulduk mu ne diyorum:) Yine çıkartıp fotoğrafı gösteriyorum, ben değilim ama kim olduğunu biliyorum diyor. Bakkaldaki iki küçük kız çocuğuna evi tarif ediyor, bu ablayı götür oraya diyor. Heyecan dorukta 🙂
Fotoğrafı sahibine ulaştırın…
Yağmur yağıyor mu yağmıyor mu hatırlamıyorum artık, önde küçük kızlar arkada ben ve rehberim beş dakikalık bir yürüyüşle bir evin avlusunun önüne geliyoruz. Kapıyı tıklatıyorum ama duyan yok, içeriden çocuk sesleri, tv sesi yükseliyor. Kapıyı açıp giriyorum ve sesleniyorum ” kimse yok muuu”… Avludaki mutfağın kapısı açılıyor, başı beyaz tülbentle örtülü, minyon bir kadın çıkıyor, elinde de kızartma maşası ile… Benim ağzım kulaklarımda, mutlu bir tavır içinde fotoğrafı uzatıyorum… Önce kısa bir şaşkınlık geçiriyor kadıncağız, sonra ” ortadaki benim kız H.” diyor. Şimdilerde 18’inde ama 15’inde evlenmiş. Kızlardan E. de 15’inde evlenmiş, adını hatırlayamadığı üçüncü kız ise okuyormuş. Sen bizim kızlara ayakkabı göndermiştin değil mi diyor, hatırlıyor beni… Hal hatır soruyorum, kızını soruyorum, sonra da fotoğrafı kendisine veriyorum “H.ye sevgi ve selamlarımla iletin lütfen”.
Midyat’ın çocuk rehberleri
Fotoğrafı sahibine gönderdikten sonra omuzlarımdan bir yük kalkmışçasına rahatlıyorum. Rehberim A. ile yağmurda yine koşar adımlarla yemek yemeğe gidiyoruz. “Bak canım, sen sakın erken yaşta evlenme, oku, iş sahibi ol” diyorum, o da bana “tamam abla, ben zaten avukat olmak istiyorum, adalet için avukat olacam” diyor. Küçük rehberimin adresini alıyorum yine, Midyat’ta çektiğimiz selfileri en kısa zamanda göndermek üzere…
Not: Fotoğrafların tamamı 2005 yılında 2,5 megapiksel bir fotoğraf makinası ile çekildiğinden çekim kalitesi çok iyi değil ancak yine de paylaşmak istedim.
6 yorum
Ben de İmam Çağdaş’ta ızgara tavuk istemiştim. O zaman et yemiyordum 🙂
Madem şimdi ikimiz de et yiyoruz, yine gidelim mi :))
Çok güzel bir yazı olmuş. Teşekkürler
çok teşekkürler, biraz eskilerden biraz bugünden 🙂
Güzel bir yazı olmuş elinize saglık
mugeninlistesi.blogspot.com
Teşekkürler Müge, ziyaret etmene sevindim…